İsmi

Salih Mirzabeyoğlu, 9 Mayıs’ın 10 Mayıs’a, Salı’nın Çarşamba’ya bağlandığı gece, saat 00.22’de Erzincan’da doğdu. Salih İzzet isminin konuluşu 24 Mayıs 1950’de. Çocukluğundan beri kendisine yabancı gelen soyadı: Erdiş... “İzzet” ismi için “ne kadar güzel” der, ancak “Salih” isminin yeri bambaşka. Öyle ki hem asıl ismi hem de Üstad Necip Fazıl’ın kendisine liyâkat nişanı gibi biçtiği ismi: Salih...

Mirzabeyoğlu, Erdiş soyadına niçin yabancı durduğunu şöyle izah eder: “İsmim, Salih İzzet... Soyadım, eğreti soyadım: Erdiş... İsmim bir yana, Cumhuriyet zorlaması Erdiş, bana çocukluğumdan beri hep yabancı geldi, benimseyemedim... Babamın soyadı başka, İzzet Bey’in diğer hanımlarından olan kardeşlerininki başka, İzzet Bey’in kardeşleri ve amcalarınınki başka... Soysuz ve kelimenin hakikatiyle piç olanların, neseb bağını darmadağın etmek ve milleti kendileriyle eşitlemek için tuttuğu bir yoldur Soyadı kanunu... Soyadı kanunu olmaz mı?.. Elbette olur... Olur da, şu soyadı olmaz, bu soyadı olmaz, sana şu, öbürüne bu, köklerle alâkalar kesilmiş, aynı aileden gelenler darmadağın edilmiş, hattâ bazılarının payına da maskaralık ifade eden soyadları düşmüş!..

Erdiş... Ne kadar yavan... Acaba ne demek ola?.. Asker dişi mi?... Lügat tiryakiliğim içinde, elbette buna da baktım... Erd: Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. Un... Bu takdirde Erdiş, öfkeli mi demek?..

İzzet, ne kadar güzel isim... Ya Salih?.. O, bambaşka güzel!.. Asıl ismim olmaktan başka, Üstadım’ın liyakat nişânı gibi biçtiği!..” (S. Mirzabeyoğlu, Tilki Günlüğü 3: Ufuk ile Hafiye, s. 333)

Nesebi

Babasının adı, Muhammed Şerif... Said-i Nursî Hazretlerinin kucağında, onun okuduğu ezanın ardından kulağına bu ismin seslenilişi. İş nüfus memuru safhasına geldiğinde, o zamanın şartları icabı nüfus memuru bu ismin verilemeyeceğini söylüyor ve Muhammed ismini “Muammer” olarak değiştiriyor.

Babaannesi, rahmetli Hanife Süphandağı... Rahmetli Babaannesinin annesi, Hazret-i Ebû Bekir soyundan... Babaannesinin süt annesi de -aynı zamanda babasının diğer eşi olur- Abdülhakîm Arvasî Hazretlerinin kız kardeşi... Yani, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun babaannesinin dayısı oluyorlar...

Mutkî Aşireti Reisi Hacı Musa Bey, onun oğlu İzzet Bey, onun oğlu Hacı Muammer Bey ve onun oğlu Salih Mirzabeyoğlu... Büyük sahâbî“Seyf-ül İslâm- İslâm’ın kılıcı” lâkaplı Halid bin Velid Hazretlerine kadar uzanan bir şecere...

Musa Bey, Mustafa Kemal’in Nutuk’unda bahsi geçen pek sevmediği biridir. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde teşkil edilen “Heyet-i Temsiliye” isimli, 23 Nisan 1920’de Meclis açılana kadar hükümet mevkiinde bulunan kurulun 16 üyesinden birisi... Yani, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer ve söz sahibi olan zatlardan...

Diyarbakır, Bursa ve Eskişehir illeri çocukluk ve delikanlılık dönemlerine mekân. Hem köklerinden gelen siyasi şartlar hem de içtimai mevzular, göçü andıran bu yer değiştirmelere sebeb... Nihaî yerleşim yeri olan İstanbul’a gelinceye kadar Eskişehir, en uzun kalınan yer. Mirzbeyoğlu’nun ortaokul ve lise hayatının tamamı orada.

Öğrenim hayatına Eskişehir’de Fatih Sultan Mehmet İlkokulu’nda başlayan Mirzabeyoğlu 1962’de buradan mezun olarak Mehmetçik Ortaokulu’na başlar 1965’te başladığı Atatürk Lisesi’nden ise, 1968’de mezun olur. Ardından Hukuk Fakültesini kazanır ve İstanbul’a gelir. Ancak Hukuk fakültesine ilerleyen yıllarda devam etmez ve yarıda bırakır. Şehadetine kadar kalemini hiç elinden bırakmayan Mirzabeyoğlu’nun ortaokul yıllarında Bâbıali’de Sabah Gazetesinde yazı ve şiirleri yayınlanmaya başlar. İlk şiiri Fatih Sultan Mehmet İlkokulu üçüncü sınıfta Hocası Muhsine Altunbulak Hanım’ın takdirleri ve teşvikleri ile. Ve okul içi etkinliklerde zaman zaman kendi şiirlerini okumalar. 1982 yaz aylarında mücerred fikrin tezahürü halinde gelişen resme dair ilgisi ise ortaokul sıralarından. Mehmetçik Ortaokulu’nda Naime Sultan Hanım ve Hasan Saltan Bey ilk hocaları.

Üstad ile İlk Buluşma

Babası Şerif Muammer, Üstad Necip Fazıl’ı pek seviyor. 1965 senesinde, bu vesileyle Üstad’ın verdiği bir konferansa ilk defa iştirak ediyor. Eskişehir yahut yakın vilayetlere geldiğinde, o ve arkadaşları Üstad’ın güvenliğiyle ilgileniyorlar. Kendisini gösterme derdi olmayan Mirzabeyoğlu, dâima vazifesi ile meşgul. Onun en yakınında oluyor, aynı karede bulunuyor; fakat kendisiyle şahsen tanışması 1979 senesine kısmet oluyor.

Necmettin Erbakan ile tanışması da Eskişehir’de, Milli Nizam Partisi vesilesiyle. O dönem çevre vilâyetlere nâm salan Eskişehir Gençlik Kolları’nın başında... Öyle ki, Erbakan, diğer vilâyetlerdeki açılış ve toplantılar için, onun ve arkadaşlarının gelmesini mutlaka istiyor.

MNP’nin Konya’daki bir meydan toplantısında kalabalığı dağıtmak için hâdise çıkartmaya çalışan 40-50 kişilik grubun içine tek başına dalması ve çıkan kavga ertesi bazı İslâmcı geçinen çevrelerden gördüğü “bizde kavga etmek var mı, Müslüman kavga etmez!” garabeti... Bugünden bakıldığında -Üstad Necip Fazıl hariç- hep savunmacı bir pozisyonda kalan Müslümanlara, Üstad’tan sonra ilk defa şahsiyetli duruşu ihtar eden Salih Mirzabeyoğlu, 1975 senesinde MNP’nin devamı olan MSP’nin gençlik teşkilatı hâlinde Akıncılar Derneği’nin kuruluşuna da ön ayak oldu... Onun Türkiye’deki İslâmî hareketin hem fikir hem de aksiyon bahsinde itici gücü olduğu tartışmasız bir hakikat!

Gölge Dergisi

Sene 1975-1976, “dava çilekeşinin” hamurkârlığını yaptığı gençliğe; “neredesin?” feryadına aksi seda gibi tekrarlayıcı “neredesin?” cevabıyla değil; “Murad edilenin GÖLGE’si kabul edilebilirsek buradayız, hedefimiz ASLI gibi olmaktır.” niyetiyle yola çıkışın mühim mihenk taşı olarak Gölge Dergisi...

Partiye yamanmış bazı çevrelerden yükselen “Müslüman kavga etmez.” sümsüklüğü ile Hazreti Ömer’in mahkûm tavrı reddeden şahsiyet tipi arasında, Hazreti Ömer’in mizacına sımsıkı tutunarak Müslümanların çıkardığı ilk kavga dergisinin kadrosu oluşturuluyor ve dergi yayın hayatına başlıyor... Çıktığı yıllara yetişen herkesin bugün hâlen aynı heyecanla hatırladığı bir efsane olan Gölge Dergisi, hâkim fikri temsil eden Müslümanların, mahkûm tavırlarını terk etmesinin tohumlarının ekildiği yayın organı...

Gölge Dergisi, aynı zamanda Türkiye’deki Müslümanların, dünyadaki Müslümanların kavgalarından da haberdar oluşunun vesilesi olmuştur.

Akıncı Güç

Gölge Dergisi’nin ardından ise İslâm’a Muhatab Anlayış’ın bayrağını taşıyan Akıncı Güç Dergisi... Sene 1979… Türkiye’de sağ-sol kavgasının hızla yükseldiği bir dönemde, her iki kesimin hedefinde olan Müslümanların bir araya gelmesi, ideolojik eğitim ve haberleşme adına Salih Mirzabeyoğlu’nun güdücüsü olduğu Akıncı Güç Dergisi, “İyi, Güzel ve Doğru Yolunda” mottosuyla yayın hayatına girmiştir. Bugün için bile inanılmaz gibi gelen bir rakamla, 100 bin civarında bir satış başarısına erişen Akıncı Güç... Gölge ve Akıncı Güç, en başta Müslümanların hayatının aksiyona bakan veçhesi olan “Akın ve Akıncı” kavramlarını, pratik örnekleriyle beraber yeniden canlandırmıştır.

Raporlar

“Rapor”lar, 1976-1980 arasında Üstad Necib Fazıl tarafından toplamda 13 sayı çıkan kitap-dergi formatında bir yayın organı. Siyasi, içtimai ve kültürel mevzuların işlendiği bu yayın organının 5. sayısında, Üstad tarafından “Müjdelerin Müjdesi” başlıklı bir yazı yayımlanır. Bu yazı, Üstad’a Mirzabeyoğlu’nun haberi olmadan götürülen “Gölge” ve “Akıncı Güç” dergilerinin Üstad’da bıraktığı tesirin görünen yüzüdür. Bu dergiler, baştanbaşa Büyük Doğu koktuğundan Üstad aradığını bulmuş olmanın heyecanı ile sevenlerine müjdeyi verir: “Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların ardından koşacağım.” Necib Fazıl, bir sonraki sayıda (Rapor 6) “Işık” başlığıyla bir yazı kaleme alır ve Akıncı Güç kadrosunun “Deklârasyon”unu “...kendilerini ve yollarını belirtici karşılık yazıları” takdimiyle yayımlar. Üstad, derginin 7. sayısından itibaren, başta Salih Mirzabeyoğlu olmak üzere Akıncı Güç dergisi kadrosuna yer verir ve bunu dergi kapağında “Necib Fazıl ve Yeni Dostları” başlığıyla ilan eder. Bu sayıdan itibaren her sayıda yazısı yayınlanan Mirzabeyoğlu, Raporlarda Gölge ve Akıncı Güç dergilerinden farklı bir profil çizmez; “fikri yaşamak, yaşamayı fikir bilmek” anlayışını en ince hassasiyetle ve bir nakkaş misâli nakış nakış işler.

Mirzabeyoğlu, Üstad’ın sayısız iltifatına mazhar olur. Üstad, Mirzabeyoğlu’nun “Bütün Fikrin Gerekliliği” adlı eseri için “Mücerred Fikir istidadı tamam” derken, “Kültür Davamız” adlı eseri için “Bu kitap, Cumhuriyet sonrası kavruk nesillerin ilk ciddi fikir sesi ve ilk çileli nefs murakabesi eseridir”, “Necib Fazıl’la Başbaşa” adlı eseri için ise “Hakkımda yazılmış tek harika kitap” demiştir.

1 Şubat 1991

1991 senesinin 1 Şubat günü, Türkiye’nin Körfez Savaşı’na katılmasına karşı ayaklanma başlatıyor gerekçesiyle, dava arkadaşlarıyla beraber Mirzabeyoğlu tutuklanır. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Amerika karşıtı izinsiz gösterileri, başörtüsü ve Ayasofya eylemlerini tertib etmek ve İBDA-C adlı yasadışı İslâmî bir örgüt kurarak laik demokratik düzeni yıkıp Türkiye dâhil bütün Ortadoğu’yu kapsayan federe bir İslâm Devleti kurmak için faaliyetlerde bulunduğu” iddialarıyla gerçekleştirilen “Panik Operasyonu” kapsamında gözaltına alınır. Ardından gözaltına alınan 17 kişiden 6’sı tutuklanarak Bayrampaşa Cezaevi’ne götürülmüştür. Salih Mirzabeyoğlu bir süre tutuklu kaldıktan sonra 12 Nisan 1991’de 163. madde kaldırılır, bu sebeble Salih Mirzabeyoğlu, tahliye edilmek zorunda kalınır.

İBDA hareketi, 90’lı yılların başlarından itibaren İslâmcı mücadelenin ivme kazanması hususunda öncü rolü ile hadiselere yön vermiş ve mevcut katı Kemalist yapıya karşı nasıl dik durulması gerektiğinin örneğini sergilemiştir.

28 Şubat 1997

Üstad Necib Fazıl’ın tüm imkânsızlıklara mukâbil bir yokluk arsasında başlattığı ve örgüleştirdiği kavga, İBDA çizgisinde sürdürülmekte ve ustada kalmayan öksüz yapı yükselmekteydi. Türkiye’nin millî unsurlar tarafından idare edilmesinin kavgası sürerken, 1990’larda Müslümanlar hedef tahtasına oturtuldu ve 28 Şubat süreci işletildi.

Kendisi ile İBDA arasında nisbet kuran ve kendilerini cephe olarak tanımlayan çeşitli yapılar “hâkim fikrin mahkûm tavır takınmayacağını” her planda 28 Şubatçıların yüzüne çarpıyor ve bu işin İstiklâl Mahkemeleri zamanındaki gibi kolay olmayacağını, bu sefer pabucun pahalı olduğunu her planda 28 Şubatçıların suratına bir tokat gibi indiriyordu.

90 ve 95 seneleri arası İBDA cephelerinin Kemalist kemikleşmiş yapı ve unsurlarına devamlı tacizleri, yıpratması ve “dik duruşun” nasıl sergileneceğini göstermesi bakımından çok ehemmiyetlidir. Bu devre, sosyolojik açıdan da ayrıca incelenmesi gereken bir devredir; Batı’ya adaptasyon ile harâbe hâline gelen memleketten bir zümre çıkarak İslâmcı camia başta olmak üzere herkesi abandone etmiştir. Bir yandan küfrün en haşin yüzüyle Müslümanlara saldıran Kemalist yapı şaşkınlığa düşmüş, diğer yanda ise İslâmcı mücadeleyi “ılıman” bir havaya sokmaya çalışan yapılar ne yapacağını bilememiştir.

Hasmını iyi bilen düşman, 28 Aralık 1998’de, bir Ramazan günü İbda Mimarı Mirzabeyoğlu’nu “Terör Örgütü Lideri” olmak iddiasıyla tutuklar. 28 Şubat 1997’de “bir saat içinde 60.000 kişiyi, bir hafta içinde 140.000 kişiyi imha etmeyi” hedefleyen İslâm düşmanları, İBDA’nın öne atılışı ile hamlesine vücut bulamaz ve işlerini rizikoya sokmamak için geri adım atar. 28 Şubat’ın sonradan “post-modern darbe” olarak isimlendirilmesi de bu yüzden; aksi durumda, gayet modern (!) bir şekilde katliam yapacaklardı...

1999’a gelindiğinde, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, bu seneyi “Ümmetin Kurtuluş Yılı” olarak ilan eder. “1999 Ümmetin Kurtuluş Yılı” nidası, tüm memleket çapında bir hareketliliği ve rejim ile Müslüman çatışmasının ayyuka çıktığı bir süreci doğurur. 5 Aralık 1999’da Kemalist askerlerin Metris Cezaevindeki bir avuç İbdacının üzerine çullanıp mağlup olması Türkiye’deki İslâmcı mücadele açısından bir dönüm noktasıdır. Akabinde bu hezimeti hazmedemeyen Kemalist rejimin 25 Ocak 2000’de Metris’e düzenlediği Noel Baba Operasyonu ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun öldüresiye işkence görmüş halinin tüm dünyanın gözüne sokulması da insan olana neyin ne olduğunu çok iyi anlatan bir manzaradır.

28 Şubat’a karşı direnenler şu yahut bu şekilde kendi çevrelerinde direndi; fakat koca puntolarla yazılması ve hatırdan çıkarılmaması gereken şey; 28 ŞUBAT’A KARŞI ALENEN SAHADA, CEMİYET MEYDANINDA DİRENEN, BUNUN BAYRAĞINI AÇAN şehid ve gaziler veren hareketin Mirzabeyoğlu’nun şahsında İBDA hareketi olduğudur.

Mart 2000

Mirzabeyoğlu, öldüresiye işkence görmüş o hâliyle, herhangi bir tedavi yapılmaksızın önce mahkemeye çıkartıldı ve ardından da Kartal F-Tipi Cezaevine sevk edildi.

O zamanın 6 no’lu DGM’si, 2 Aralık 2001 tarihinde, Salih Mirzabeyoğlu’nun yargılandığı davada dünya hukuk tarihine kara bir leke olarak geçecek şu kararı verdi:

“Her ne kadar bir eylemi ve eylem talimatı olduğu tespit edilememiş olsa da (...) hiç bir örgütün lidersiz olduğu düşünülemeyeceğinden TCK.’nun 146/I maddesi gereği idam cezasına çarptırılmasına.”

Yani, biz onun hakkında mevcut kanunlara göre suç teşkil edebilecek hiçbir şey bulamamış olsak da ona idam kararı vermek zorundayız; bir suç tesbit edemedik ama zaten bu mahkemeye çıkartılan birisi peşinen suçludur gibi…

Tiyatro bitti

2 Nisan 2001, Başyücelik Devleti’ni kurmak için anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs etmek suçlamasıyla, herhangi bir somut delile dayanılmaksızın, dönemin DGM’si tarafından idam cezasına çarptırıldı. Mirzabeyoğlu, karar duruşması sonrası cezaevine nakledilmek üzere mahkemeden çıkarken, tarihe geçecek iki kelimelik bir açıklama yaptı:

“Tiyatro bitti!”

1998 senesinde Metris’te başlayan tutukluluk hâli sona erdi ve bu sefer hükümlü olarak Kartal F-Tipi Cezaevine döndü.

Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde kendisine verilen idam hükmü, “ölünceye kadar” müddetnamesiyle ağırlaştırılmış müebbette çevrildi.

Mirzabeyoğlu’na yalnız ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası kesilmedi, aynı zamanda bir de Türkiye’de bir ilk olarak gizli koridorlarda kulaktan kulağa ilân edilen “ademe mahkûm etme” cezası kesildi.

Telegram

Salih Mirzabeyoğlu, Kartal Cezaevine naklinin ardından farklı bir işkenceye muhatap kaldı. Eylül 2003’te, Telegram adlı eserini kaleme alarak, mustarip olduğu işkencenin bir yandan adını koyarken, diğer taraftan da ne ile muhatab olduğunu kamuoyuna ilân etti.

Telegram, kabaca tarif etmek gerekirse, İngilizce literatürde ‘öldürücü olmayan elektromanyetik silâhlar’ arasında gösterilmekle beraber, yol açtığı tesirler bakımından ölümcül potansiyel taşıyan bir silah. Bu aslında bir zihin kontrol tekniği; fakat klasik telkin metodlarını aşan, hedeflenen kişinin hem zihnini okumaya yarayan ve hem de hedeflenen kişinin vücudunda ve duygularında telkini tesirli kılabilmek adına değişimler meydana getirebilen bir zihin kontrol tekniği. Bu zihin kontrol metodu başarılı olduğu takdirde hedef alınan kişi tarafından fark edilmesi mümkün olmayan, başarısız olduğunda ise Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun anlattıklarından öğrendiğimiz kadarıyla insanlık tarihî boyunca geliştirilmiş en şiddetli işkence vasıtasına dönüşebilen, öldürücü bir silah aynı zamanda.

Neden Salih Mirzabeyoğlu Hedef?

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, bütün İslâm aleminde makes bulacak bir fikrin, bir fikriyâtın, yani Büyük Doğu-İbda’nın bayraktarlığını yapıyor ve bunu da alışıldık fikir adamları gibi kendisini müesses nizamın, dünya düzeninin yedeğine sokarak değil, mevcut dünya düzeninin yerine alternatif ve yaşanmaya değer bir dünya düzeni teklif ederek yapıyor. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun 1991’de gözaltında maruz kaldığı fizikî işkence ve tutuklanmasının da, 1998 senesinde tutuklanmasının da, 2000 senesinde Metris Cezaevinde Noel Baba operasyonuna maruz kalmasının da, bu operasyondan sonra Kartal F-Tipi Cezaevine sevk edilmesiyle beraber başlayan Telegram işkencesinin de, 2014 senesinde yeniden yargılanma gerekçesiyle tahliye edilmesinden sonra bu işkencenin dışarıda devam ettirilmesinin de ve de şehid edilmesinin de arkasında hep bu aynı sebeb vardı. İslam’ı yeni şartlara tatbik edecek bir vasıta sistem geliştirdiği, mevcut olanın yerine yeni bir dünya düzeni teklif ettiği için bu işkenceye maruz bırakıldı.

Cezaevi süreci

Salih Mirzabeyoğlu, ömrünün cezaevinde geçen 16 senesini “heba” etmedi. Metris Cezaevinden başlayarak, Bolu F-Tipi’ndeki hücreden tahliye oluncaya kadar geçen zaman zarfında, kendi ifâdesiyle “fikir damıtmaya” devam etti. Bir yandan 18 adet eser kaleme aldı, bir yandan da tarihe geçecek olan ve sonunda onun bir suikast neticesi şehid edilmesine sebeb olan Telegram işkencesini ifşa etmeyi sürdürdü.

22 Temmuz 2014

2 Nisan 2011’de Taksim İstiklâl Caddesi’nde düzenlenen ilk “Salih Mirzabeyoğlu’na Özgürlük” eylemiyle birlikte, Salih Mirzabeyoğlu’nun hukuksuz olarak tutsak edildiği Türkiye’nin gündemine getirilirken İbda cephelerinin düzenlediği eylemler ve yaptığı görüşmelerle birlikte Kumandan’ın tahliyesi konuşulmaya başlandı. Türkiye’nin çeşitli yerlerinde düzenlenen eylemler, gazetelerde yayınlanan köşe yazıları ve manşetler neticesinde siyasîler de meseleye duyarsız kalamazken Mirzabeyoğlu’nun cezaevinden çıkması gerektiği yönünde kamuoyu oluştu.

Nihayet, yine gözaltına alındığı gibi bir Ramazan gününde, mahkemeye verilen yeniden yargılama dilekçesi kabul edildi ve Salih Mirzabeyoğlu’nun 16 sene boyunca kaldığı Yılanlı Kuyudan tahliyesi gerçekleşti.

22 Temmuz 2014 Salı günü, gün dönüp Kadir Gecesi’ne doğru akarken Türkiye’deki tüm ajanslar “Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye kalkışmak suçundan aldığı idam cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çevrilen Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, avukatlarının yeniden yargılama talebinin İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesince kabul edilmesi üzerine 16 yıl sonra cezaevinden çıktı.” şeklinde haber geçti.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, görülen yeniden yargılama duruşmalarının ardından “beraat” etti ve bu kararın Yargıtay tarafından onanmasıyla birlikte Salih Mirzabeyoğlu’nun “yasadışı İBDA-C terör örgütünün lideri olduğu” iddiası da ortadan kalkmış oldu. Yâni var olduğu iddia edilen, hâlâ bir takım savcıların üzerine soruşturmalar başlattığı İBDA-C terör örgütünün de “bir örgüt lidersiz olamayacağından” aslında hiç olmadığı ortaya çıktı.

Adalet Mutlak’a

29 Kasım 2014, Haliç Kongre Merkezinde, tarihî bir katılımın olduğu “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferans gerçekleşti. Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen konferansa, yoğun ilgi gösteren sevenleri, merdivenler dâhil olmak üzere salonu hınca hınç doldurdu. Bazı vatandaşlar konferansı ayakta dinlemek zorunda kalırken, salona giremeyen çok sayıda kişi ise Salih Mirzabeyoğlu’nu salon dışına kurulan ekranlardan izleme imkânı buldu. Aşırı alakadan ötürü önlem için kapılar kapatılarak daha fazla misafir alınmadı!

Şehid Kumandan!

Cezaevinden çıktıktan sonra da fikir damıtmaya devam eden Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, şehadetinden bir ay evvel bir konuşmasını bilhassa kayıt altına aldırmış ve burada “Vücudum sapasağlam. Bende bir şey yok. Eğer başıma bir şey gelirse bilin ki bu TELEGRAM’dan” diye özellikle vurgulamıştı.

4 Mayıs günü bir Telegram suikasti neticesinde geçirdiği beyin kanamasının ardından Yalova Devlet Hastahanesinde ameliyata alındı ve uyutuldu. 7 Mayıs tarihinde ise yapılan tüm müdahaleye rağmen uyandırılamadı ve beyin ölümünün gerçekleştiği söylendi. Sonrasında İstanbul Dr. Siyamî Ersek Hastahanesine nakledilerek burada tedavisine devam edildi. 1 Ramazan-16 Mayıs tarihinde, vücud fonksiyonlarında da bozulma başlayan Büyük Mütefekkir, yapılan tüm müdahaleye rağmen “Ölüm Odası”ndan çıktı ve ebedî hayata kavuşmak üzere, perde arkasına geçti.

Üstad Necib Fazıl’ın Büyük Doğu ile başlattığı ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun meydan yerinde kavgasına soyunduğu İslâm İhtilâli ve İnkılabı’nı inkıtaa uğratmak için siyonist ve emperyalistler ile onların içimizdeki kuyrukçuları sürekli olarak Müslüman milletimizin bu akışta demetlenmesine mâni olmak üzere tahliye kanalları açtılar. Müslümanların kendi düzenleri içinde yaşaması değil de, mevcut dünya düzenine entegre edilerek yaşaması yönünde hareket eden statükocu “İslâmî” hareketleri hem içeriden ve hem de dışarıdan maddî manevî destekleyerek, “her şeye sahtesinin musallat olması” ölçüsünü bir strateji hâline getirip, tüm dünya Müslümanlarının karargâhı konumundaki Anadolu’da İslâmî bir düzenin tesis edilmesine bugüne kadar mâni oldular. Bilhassa etkileyici konumunda olanlar da kendilerini bu risksiz ve bol mamalı stratejinin bir parçası hâline getirmekte bir beis görmediler. Müslüman Anadolu’da hakiki bir İslâm İhtilâli ve İnkılabı kadrosunun bulunmaması için açılan onlarca tahliye kanalından en kullanışlısı FETÖ oldu. 28 Şubat sürecine rağmen 1999 senesinin Kumandan Salih Mirzabeyoğlu tarafından “Kurtuluş Yılı” ilân edilmesi ve Kemalistlerin ellerindeki emniyet, yargı ve ordu üçlüsüne rağmen muvaffak olamayışları neticesinde FETÖ’nün işlevinde de değişikliğe gitmek zorunda kaldılar.

28 Şubat’a kadar birçok tahliye kanalı desteklenirken, 28 Şubat’tan sonra FETÖ’nün merkeze alınmasıyla birlikte diğer kanallar önemini kaybetti ve onlara olan desteği de geri çekmekte bir sakınca görmediler. FETÖ de istenildiği ölçüde büyümek için tabiî olarak alternatiflerini ortadan kaldırmak zorundaydı. İş bir noktadan sonra Büyük Doğu-İbda’ya tahliye kanalı açmaktan çıkmış, onun yerine Müslüman milleti İslami bir düzene değil de küfür düzenine akıtacak müstakil bir kanal inşasına dönmüştü. Bu esnada Ergenekon ve Balyoz operasyonları da laik, kemalist, batıcı diğer unsurların bu kanala taşınması için gerçekleştiriliyor, uşaklık noktasındaki görev değişimine direnen “yobaz” kuyrukçular bu yolla tasfiye ediliyorlardı.

Tam da Arab Baharı ile beraber İslam aleminin dizaynı işine girişilmiş ve adım adım Anadolu’yu da bu işin bir parçası ve lideri olarak FETÖ idaresinde sahneye sürmeye hazırlanırlarken, iktidar ile FETÖ arasında MİT Krizi ile beraber kopan kavga bir çuval incirlerini berbat etmeye yetti. 15 Temmuz’a kadar, Türkiye’de iktidarı alaşağı etmek, FETÖ’yü olması gereken konuma getirmek üzerinden bütün İslam alemini yeniden dizayn etme ve böylelikle global küfür düzenine entegre etme stratejilerini korudular; fakat 15 Temmuz’da, bizim de üstün gayretlerimizle film koptu.

15 Temmuz’da yalnız FETÖ’den olmadılar, 2000’den beri FETÖ’yü bu pozisyonda tek kılmak için onun dışındaki bütün tahliye kanallarını ister istemez iptal etmişlerdi. FETÖ’nün gerçek yüzü görülünce, bu sefer Anadolu ufkunda, İslâm İhtilali ve İnkılabına doğru hakiki bir akışta bütün Müslümanların buluşması, sel hâline dönüşmesi ve önüne çıkan her şeyi ezip geçmesi ihtimali belirdi ve bu müesses nizamın efendileri tarafından kabul edilemezdi. Hem zaten 2014 senesinin Kasım ayında, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansına gösterilen teveccüh, bugüne kadar izledikleri bütün strateji ve taktiklerin aslında hiçbir işe yaramadığını da göstermemiş miydi?

Türkiye’de meşruiyet dairesinin merkezinde Üstad’dan sonra bu kez Kumandan tek başına kalınca, şartlar onlar için bu tehlikeli noktaya evrilince, aslında bir bakıma çaresizliklerinin de ifâdesi olacak şekilde, İslâm İhtilâli ve İnkılâbının önünü kesebilmek için ellerindeki son kurşunla, manyetik bir kurşunla, son bir can havliyle İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nu hedef aldı ve şehid ettiler.

Dikkat ediyorsanız, FETÖ’den sonra ellerinde kullanabilecekleri Müslüman görünümlü bir aparat kalmadığı için, bugün Millet İttifakı falan gibi yollara tevessül edip, hiçbiri birbirine benzemez unsurlardan müteşekkil saçma sapan ittifaklar tesis edip, hiç olmazsa silinip gitmemek adına bu topraklarda tutunabilmeye çalışıyorlar.

Bu arada unutmadan, FETÖ devlete paralel değildi, çünkü aslında rejim zihniyetinin ta kendisiydi. O, aslında Büyük Doğu İbda’ya paraleldi. Her ne kadar Said-i Nursi’ye bağlılık iddiasında olsalar da, iş düzen kurmaya gelince, ellerinden gelen, kavramlarını eğip büküp kendilerine mâl etmeye çalıştıkları, ruhundan ve iddiasında arındırılmış, yalnız şekil planına mahkûm edilmiş bir Başyücelik Devleti tesis etmekti.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nu şehid ettiler; fakat “Mutlak Fikir”den beslenen fikirlerin de şehidler gibi ölümsüz olduğunu unuttular.

Son birkaç yıldır büyük bir kaos yaşanıyor, yalnız Türkiye’de de değil, dünya çapında. Müesses nizâmın banileri, 15 Temmuz ile beraber Müslümanları kendi düzenlerine entegre edememiş olmanın maliyetleri ve neticeleriyle yüzleşiyorlar aslında, çünkü düzen mevcut hâliyle artık kendi kendisini bile taşımaktan aciz bir vaziyete gelmiş bulunuyor. Evet, sancılı bir süreçten geçiyoruz; fakat Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun şehadetinden evvel birçok kez dediği gibi, 40 yıllık bir gerginlikle 15. İslâm asrını idrak ediyoruz.

Bu süreçte daha neler görecek, neler yaşayacağız meçhul. Bir tek hususu Müslümanların göz ardı etmemesi gerekiyor, bugün ellerinde bize karşı kullanabilecekleri hiçbir stratejileri yok! Emin olun ki, bön bön, çaresizlik içinde onların ipini ne zaman çekeceğimizi bekliyorlar. Bu süreci artık daha fazla uzatmadan, can çekişen Batılı düzenin fişini çekmek ve onun yerine bütün insanlığa yaşanmaya değer bir hayat vaad eden kendi düzenimizi tesis etmek bizim boynumuzun borcudur.

Allah imanımızı muhafaza etsin, bizleri istikâmet üzere sabit kılsın ve İslâm İhtilâli ve İnkılabı ile beraber Kumandan başta olmak üzere bütün Müslümanların intikamına da memur ettiği kullarından eylesin. Biz, bu sürecin İslâm’ın lehine tarihe geçecek büyük bir zaferle neticeleneceğinden hiç ama hiç şüphe duymuyoruz. Bir daha asla muvaffak olamayacaklar!

Allah’tan başka galib yoktur!

Aylık Baran Dergisi 3. Sayı, Mayıs 2022