28 Şubat süreci, Türkiye tarihinin en karanlık dönemlerinden biri olarak hafızalara kazındı. Görünürde “irtica tehdidine” karşı bir müdahale olarak lanse edilen bu süreç, gerçekte Batı destekli, içeride ise sermaye ve askeri vesayetin ortaklaşa yürüttüğü bir toplumsal mühendislik operasyonuydu.
Hedef, Müslümanları sindirmek, onların kamusal alandaki varlığını tamamen yok etmek ve devleti kendi istedikleri gibi dizayn edebilmekti.
Avukat Hamza Uçan, Büyük Doğu Akıncıları Derneği'nde yaptığı konuşmada Türkiye’de hukuk sistemi Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana hiçbir zaman tam anlamıyla bağımsız olmamış, aksine rejimin bekası için bir sopa olarak kullanılmıştı. 28 Şubat’ta ise bu sopa, Müslüman kimliğiyle ön plana çıkan gazeteci, akademisyen, devlet memuru, öğrenci ve iş insanlarına doğrultuldu. Yargı mekanizması, adaleti sağlamak için değil, belirli bir kesimi sistemden tasfiye etmek için kullanıldı.
Bu dönemde, hukukun temel ilkeleri tamamen rafa kaldırıldı. Normal şartlarda bir ceza soruşturması ya ihbar ya da şikâyet üzerine başlamalıydı. Oysa 28 Şubat sürecinde hukuksuzluk o kadar sistematik bir hale getirilmişti ki, herhangi bir suç işlenmemiş olmasına rağmen sırf belirli bir ideolojik kimliğe sahip olmak yargılanmak için yeterli görülüyordu.
Daha da vahimi, bu yargılamalar sırasında sistematik işkence ve baskılar devreye sokuldu. Gözaltına alınan isimler, emniyette zorla ifade vermeye zorlanıyor, işkence altında imzalanan tutanaklarla mahkemeye sevk ediliyordu. Avukat yardımı alma hakkı gasp ediliyor, yukarıdan gelen talimatlarla ifadeler önceden hazırlanıyordu. İşkence metotları arasında sadece fiziksel şiddet değil, psikolojik baskılar da uygulanıyordu. İşkence gören kişinin ailesi üzerinden tehdit edilmesi, kadın yakınlarının gözaltına alınarak onlara da aynı işkencelerin uygulanacağı tehdidinin yapılması gibi insanlık dışı yöntemler devreye sokuluyordu.
Uçan, bir mağdurun yaşadığı korkunç bir olayı şöyle aktarıyor: Gözaltına alınan kişi, kendisine dayatılan iftiraları kabul etmediği için tam 7 gün boyunca işkenceye maruz bırakıldı. Direnmeyi sürdürünce, evlenmek üzere olduğu nişanlısı emniyete getirildi ve gözleri bağlanarak karşısına oturtuldu. “Eğer imzalamazsan, ona da aynısını yapacağız.” tehdidinde bulunuldu. Bunu duyan kişi, çaresizlik içinde kendisine dayatılan sahte ifadeyi imzalamak zorunda kaldı.
Bu tür olayların anlatıldığında birçok insanın inanmakta güçlük çektiğini belirten Uçan, bunun sebebinin de resmi ideolojinin oluşturduğu sahte gerçeklik algısı olduğunu söylüyor. Oysa yıllar sonra dönemin üst düzey istihbaratçıları dahi, yapılan işkenceleri ve hukuksuz yargılamaları kabul etmek zorunda kaldılar. Eski MİT mensubu Mehmet Eymür’ün televizyon ekranlarında yaptığı “Evet, işkence yapıldı. Militan kökenli kişileri konuşturmak için bazı metotlar uygulamak zorundaydık.” itirafı, bu hukuksuzluğun devletin en üst kademelerinde bilinçli bir şekilde yürütüldüğünü gösteriyordu.
Ancak mesele sadece devletin içindeki karanlık odaklar değildi. 28 Şubat’ta devreye giren başka bir güç daha vardı: Batı’nın desteklediği sermaye sınıfı. TÜSİAD ve benzeri sermaye grupları, Müslümanların ekonomik olarak güçlenmesini engellemek için bu sürecin en büyük destekçilerinden biri oldu. Yargı, ordu ve medya üçlüsünün organize şekilde yürüttüğü operasyonlar, gerçekte ekonomik ve ideolojik bir dönüşüm hareketiydi.
Bu süreçte, özellikle Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ve onun gibi isimler hedef tahtasına oturtuldu. Dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) Başkanı Sedat Karagül’ün mahkeme odasının kapısına astığı “Beni rahat bırakın” yazısı, yargının nasıl bir baskı altında çalıştığını ve kararların nasıl yukarıdan dikte edildiğini gözler önüne seriyordu.
28 Şubat yargılamaları, adaletin değil, güç odaklarının çıkarlarının korunduğu bir süreçti. Müslümanlar, sahte delillerle, düzmece ifadelerle ve işkenceyle yargılandı, mahkûm edildi ve susturulmaya çalışıldı. Ancak asıl hedef, sadece fertler değil, İslâmî kimliğin tüm kamusal alanlardan tasfiye edilmesiydi. Yani mesele sadece hukuksuzluk değil, topyekûn bir tasfiye operasyonuydu.
28 Şubat ve FETÖ: Kimin önü Açıldı, kimin önü kesildi?
28 Şubat süreci yalnızca bir askeri vesayet hamlesi ya da ideolojik bir darbe değildi. Bu süreç, Türkiye’de belirli bir güç dengesini değiştirmek, Müslümanları sistematik bir şekilde tasfiye etmek ve yerine Batı destekli bir yapıyı ikame etmek amacıyla planlanmış geniş çaplı bir mühendislik projesiydi. Bugün artık çok net bir şekilde görülmektedir ki, 28 Şubat’ın gerçek hedefi, samimi Müslümanları tasfiye ederken FETÖ’ye alan açmaktı.
Avukat Hamza Uçan’ın tespitine göre, 28 Şubat yalnızca bireysel mağduriyetler doğurmakla kalmadı, aynı zamanda Türkiye’de Müslümanların yetişmesini, akademide, medyada, ekonomide ve devlet yönetiminde söz sahibi olmasını engellemek için sistematik bir baskı mekanizması oluşturdu. Bu süreç, halkın Anadolu'dan çıkardığı İslami kimlikli nesilleri devletin ve kamusal alanın dışına atarken, FETÖ gibi Batı güdümlü bir yapının önünü açarak yeni bir neslin yükselmesini sağladı.
Dönemin toplumsal psikolojisine bakıldığında, darbe sürecinin sadece tanklarla, mahkemelerle ve televizyon ekranlarından verilen tehditlerle yürütülmediği görülmektedir. 28 Şubat, halkın zihninde korku, yılgınlık ve teslimiyet duygusu oluşturarak, Müslümanları geri adım atmaya zorlayan bir süreç olarak kurgulandı. Anadolu insanına şu mesaj net bir şekilde verildi: “Çocuklarınıza sahip çıkın ama onları bizim çizdiğimiz sınırlarda yetiştirin. Aksi takdirde bedel ödersiniz.”
Bu korku atmosferi, birçok dindar ailenin çocuklarını okutma ve geleceğini garanti altına alma adına, sistem tarafından "güvenli liman" olarak gösterilen FETÖ yapılanmasına teslim etmesine neden oldu. Devletin bizzat desteklediği, medya aracılığıyla parlatılan ve siyasiler tarafından "muhterem hocaefendi" olarak lanse edilen Fethullah Gülen yapılanması, bu süreçte Müslüman halkın gözünün içine baka baka devletin en hassas noktalarına yerleştirildi.
Avukat Hamza Uçan, dönemin siyasi figürlerine ve devletin üst düzey yöneticilerine bakıldığında, Demirel’den Ecevit’e kadar birçok ismin FETÖ’yü nasıl övdüğünü hatırlatıyor. Oysa aynı süreçte, İslami hassasiyetleri olan binlerce insan, “radikal İslamcı” yaftasıyla cezaevlerine atılıyor, memuriyet hakları ellerinden alınıyor ve fişleniyordu. Yani sahte bir terör tehdidi üretilerek, gerçek hedefin Müslümanlar olduğu bir operasyon yürütülüyordu.
28 Şubat’ın FETÖ için bir sıçrama tahtası olduğu artık tartışmasız bir gerçektir. Dönemin Yargıtay ve Danıştay başkanları, 28 Şubat darbesine açıkça destek verirken, aynı yargı mekanizması FETÖ’cülerin önünü açıyordu. 80’li yıllarda adım adım devlete yerleşen bu yapı, 28 Şubat’ta Müslümanların tasfiyesiyle büyük bir avantaj sağladı. FETÖ’nün en hızlı büyüdüğü yıllar, tam da 28 Şubat sonrasında gerçekleşti. Çünkü devletin ve toplumun dindar kesimi sindirilmiş, Müslüman aileler çocuklarını teslim edebilecekleri alternatifler bulamamış ve sonuç olarak FETÖ, eğitim, medya, ekonomi ve yargı gibi stratejik alanlarda tek başına hareket edebilecek bir alan kazanmıştı.
Burada kritik nokta şudur: 28 Şubat süreci, görünüşte irticayla mücadele adı altında yürütülen bir operasyondu. Ancak gerçekte, bir İslami hareketi tasfiye ederken yerine Batı'nın doğrudan kontrol edebileceği yeni bir yapı inşa edilmek isteniyordu. Batı’nın, ılımlı İslam projesi çerçevesinde desteklediği bu yapı, zaman içinde devleti adım adım ele geçirecek ve nihayetinde 15 Temmuz’da darbe yapacak noktaya gelecekti.
Bu noktada, FETÖ’nün asıl misyonunun ne olduğu daha net görülmektedir. Batı, Türkiye’de gerçek anlamda bağımsız bir İslami hareket istemiyordu. Müslümanların devlette ve toplumda güç kazanmasını, kendi bağımsız ekonomi ve eğitim sistemlerini kurmasını tehdit olarak görüyordu. İşte bu yüzden, Müslümanların önü 28 Şubat darbesiyle kesildi, FETÖ’nün önü ise alabildiğine açıldı.
Avukat Hamza Uçan, bunun bir mühendislik projesi olduğunun altını çiziyor. "Müslümanları ikiye böldüler" diyor: Bir kısmı terör örgütü yaftasıyla mahkum edildi, diğer kısmı ise FETÖ’nün eline teslim edildi. Cezaevine atılmayan Müslümanlar fişlendi, korkutuldu, pasifize edildi. Onlara şu mesaj verildi: “Ya bizim gösterdiğimiz çerçevede yaşayacaksınız ya da bedel ödeyeceksiniz.” FETÖ bu çerçevenin içindeki güvenli liman olarak sunuldu. FETÖ’ye girenler yükseldi, devlette kademe kazandı, büyük sermaye grupları tarafından desteklendi. Ancak bağımsız hareket eden Müslümanlar sistemin dışına itildi, yargılandı ve cezaevlerine konuldu.
Bu gerçek, bugün hâlâ etkisini sürdürüyor. 28 Şubat mağdurları hâlâ cezaevinde ya da haklarını geri alamamış durumda. Oysa FETÖ’nün devlete yerleşmesine katkı sağlayan birçok isim ya affedildi ya da hala sistemin içinde bir şekilde yer almaya devam ediyor. İşte bu nedenle 28 Şubat’ı sadece bir askeri darbe olarak değil, derinlemesine planlanmış bir "tasfiye ve yer değiştirme operasyonu" olarak okumak gerekiyor.
Özetle, 28 Şubat süreci FETÖ’yü beslemek ve büyütmek için yapıldı. Bugün FETÖ’ye karşı yürütülen mücadele, 28 Şubat’ın gerçek faillerine karşı da yürütülmedikçe eksik kalacaktır. Çünkü gerçek düşman, sadece darbeyi yapanlar değil, darbeyi kurgulayan ve onun sonuçlarından çıkar sağlayanlardır.
Hukuksuz Mahkemeler ve Sermayenin Rolü: 28 Şubat’ta Adalet Nasıl Katledildi?
28 Şubat sürecinin en belirgin özelliklerinden biri, hukukun tamamen askıya alınmasıydı. Yargı, bağımsız bir şekilde adalet dağıtan bir mekanizma olmaktan çıkmış, doğrudan siyasi ve ideolojik hedefler doğrultusunda karar veren bir araca dönüştürülmüştü. Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM), askeri vesayetin kontrolünde, Müslüman kimliği taşıyan bireyleri tasfiye etmek için sistematik bir şekilde kullanıldı. Ancak mesele sadece askeri vesayetle sınırlı değildi. Türkiye’de sermaye çevreleri de bu süreçte belirleyici bir rol oynadı. TÜSİAD ve büyük sermaye grupları, 28 Şubat’ı bir fırsata çevirerek kendi çıkarlarını korumak adına Müslümanları hedef gösterdi ve tasfiye operasyonuna destek verdi.
Askeri Vesayet Altında DGM’ler: Hukukun Askeri Emir Komuta Zincirine Girmesi
DGM’ler, 28 Şubat sürecinde hukukun askeri vesayete nasıl tabi kılındığının en somut örneğiydi. Normal şartlarda, ağır ceza mahkemelerinin yürütmesi gereken yargılamalar, doğrudan askerin denetiminde çalışan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne devredildi. Bu mahkemelerde, sivillerin yargılanmasına rağmen, askeri savcılar görev aldı. Yani davaları takip eden savcılar, askeri disiplinin bir parçası olan kişilerdi ve yargı süreçleri tamamen askerin çizdiği çerçeve içinde işliyordu.
Avukat Hamza Uçan, dönemin DGM’lerinde yaşanan hukuksuzlukları anlatırken özellikle Salih Mirzabeyoğlu davasına dikkat çekiyor. Mirzabeyoğlu, 28 Şubat yargılarının en büyük mağdurlarından biri olarak, tamamen uydurma deliller ve baskı altında alınmış ifadelerle müebbet hapse mahkûm edilmişti. Dava sürecine başkanlık eden DGM hâkimi Sedat Karagül’ün, odasının kapısına “Hiçbir şey için gelmeyin, etmeyin.” yazısını asması, yargının nasıl bir baskı altında çalıştığını açıkça gösteriyordu. Bir hâkimin, mahkemesine kimsenin gelmemesini istemesi, aslında yargının gerçek patronunun kim olduğunu ortaya koyuyordu.
Ancak mesele yalnızca bireysel yargılamalarla sınırlı değildi. 28 Şubat sürecinde yargılamalar öylesine sistematik bir hale getirilmişti ki, Müslüman kimliğe sahip her kesim hedef alınabiliyordu. Akademisyenler, gazeteciler, öğrenciler, memurlar, iş insanları ve STK temsilcileri, uydurma suçlamalarla cezaevine atıldı. DGM’ler adeta “tasfiye mahkemeleri” gibi çalıştı ve verilen cezalar, sadece yargılanan kişileri değil, tüm toplumu sindirme amacını taşıyordu.
Uçan’ın aktardığı örneklerden biri, 1. Ordu Komutanı’nın Beşiktaş’taki DGM’yi ziyaret etmesiyle ilgiliydi. Bu ziyaretin ardından Halil Kantarcı ve arkadaşları tahliye edilmeyi beklerken müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yani yargı kararları mahkemelerde değil, askeri karargâhlarda alınıyor ve mahkemelere sadece uygulamak düşüyordu. Bu durum, Türkiye’de hukuk sisteminin nasıl ipotek altına alındığını ve adaletin nasıl tamamen işlevsiz hale getirildiğini gözler önüne seriyor.
TÜSİAD ve Sermaye Elitleri: 28 Şubat’ın Perde Arkasındaki Güç
28 Şubat süreci, yalnızca askeri ve yargısal bir darbe değildi; aynı zamanda ekonomik bir darbe niteliği taşıyordu. Sürecin en büyük destekçilerinden biri, TÜSİAD ve ona bağlı büyük sermaye gruplarıydı. 28 Şubat’ın en büyük finansörleri arasında yer alan TÜSİAD, bu süreçte Müslüman sermayeyi çökertmek için elinden geleni yaptı.
Hamza Uçan, 28 Şubat’ın ekonomik boyutuna dikkat çekerken, Türkiye’de sermayenin nasıl kullanıldığını şu sözlerle anlatıyor: “Türkiye’de bağımsızlık iradesinin üzerine konulan ipotek, doğrudan sermaye üzerinden gerçekleşti. Sermaye, Batı’nın ve yerli işbirlikçilerin kontrolü altındaydı ve bu süreçte Müslümanların ekonomik olarak güçlenmesine engel olmak için devreye sokuldu.”
Bu süreçte 30’a yakın banka batırıldı ve milyarlarca dolar hortumlandı. Ancak bu ekonomik soygunun üzerini örtmek için bir bahane gerekiyordu. İşte 28 Şubat yargılamaları tam da bu noktada devreye girdi. “Bakın, ülkede teröristler var!” propagandası yapılarak halkın dikkatinin başka bir yöne çekilmesi sağlandı. Bir yandan Müslümanların cezaevlerine atılmasıyla toplum sindirilirken, diğer yandan büyük sermaye grupları devletin kaynaklarını yağmalıyordu.
28 Şubat sürecinde büyük medya kuruluşları ve TÜSİAD’a bağlı iş dünyası temsilcileri, hükümete baskı yaparak, “irtica tehdidi” bahanesiyle ekonomik kararların alınmasını sağladı. Başörtüsü yasağı, katsayı engeli, memuriyetten ihraçlar gibi uygulamalarla Müslüman kesimlerin eğitim ve ekonomi alanlarında yükselmeleri engellendi. Üniversitelerden uzaklaştırılan ve işlerinden atılan binlerce insan, ekonomik olarak çökertildi. Müslümanların güçlenmesini önlemek için her türlü yol denendi.
Uçan’ın şu sözleri, 28 Şubat’ın ekonomik hedeflerini özetliyor: “Bu süreç, sermaye sahiplerinin kendi istikballerini korumak için uyguladıkları bir projeydi. Çünkü güçlü bir Müslüman sermaye istemiyorlardı. Devletin üst kadrolarına Müslümanların yerleşmesini istemiyorlardı. En önemlisi, İslami bir hayat tarzının toplumda yaygınlaşmasını istemiyorlardı. Bunun için ne gerekiyorsa yaptılar. Yargıyı kullandılar, orduyu kullandılar, medyayı kullandılar ve sonunda büyük bir ekonomik tasfiye gerçekleştirdiler.”
Sermaye ve Hukuk: Müslümanları Tasfiye Aracı Olarak Kullanıldı
28 Şubat sürecinde hukuk, tamamen sermayenin ve Batı destekli odakların kontrolüne geçti. Yargı kararları, sermaye gruplarının çıkarlarına uygun bir şekilde verildi. Yani 28 Şubat bir yandan Müslümanları ekonomik olarak çökertirken, diğer yandan yargı eliyle onları sistemden tasfiye ediyordu. Müslüman iş insanları FETÖ’ye biat etmeyenler hedef alındı, devlet ihalelerinden dışlandı ve ekonomik olarak yok edilmeye çalışıldı.
Bugün baktığımızda, 28 Şubat sürecinin izlerinin hâlâ silinmediğini görüyoruz. DGM’lerin yerini farklı mahkemeler almış olabilir, ancak sistemdeki çarpıklık hâlâ devam ediyor. 28 Şubat’ın sermaye ayağıyla yüzleşilmeden, sadece birkaç askerin yargılanmasıyla bu sürecin tamamen aydınlatılması mümkün değil. O dönemde Müslümanları tasfiye etmek için yargıyı kullanan sermaye grupları, bugün de ekonomik düzenin başında olmaya devam ediyor.
28 Şubat sadece tanklarla değil, mahkemelerle, iş dünyasıyla ve ekonomik manipülasyonlarla gerçekleştirildi. Hukuk mekanizması, Müslümanları tasfiye etmek için bir silaha dönüştürüldü ve sermaye elitleri, bu süreci kendi çıkarları için destekledi. Bugün 28 Şubat’ı gerçekten sorgulamak istiyorsak, sadece darbecilere değil, o darbenin ekonomik mimarlarına da hesap sormak zorundayız.
Batı’nın Zihniyet Hapishanesi ve Müslümanların Çıkmazı
28 Şubat süreci, sadece fiziki baskılar, mahkemeler, tutuklamalar ve işkencelerle yürütülen bir darbe değildi. Aynı zamanda, Müslümanların zihinlerini ve ruhlarını teslim almak için kurgulanmış bir psikolojik savaş süreciydi. Batı’nın doğrudan veya dolaylı desteğiyle, Müslümanları pasifize eden, onları sindiren ve mücadele azimlerini kıran bir zihniyet hapishanesi inşa edildi. Bu hapishane, sadece somut demir parmaklıklardan değil, korku, çaresizlik, yalnızlık ve umutsuzluk duygularından örüldü.
Avukat Hamza Uçan’ın konuşmasında vurguladığı gibi, 28 Şubat’ın en büyük başarısı, Müslümanların zihninde inşa ettiği görünmez bariyerlerdi. Yani, Müslümanların sadece bedensel olarak değil, fikren ve ruhen de teslim alınması sağlandı. Bu süreçte Müslümanlar ikiye ayrıldı: Bir kısmı doğrudan cezaevlerine atıldı, diğeri ise işini, eğitimini ve güvenliğini kaybetme korkusuyla köşesine çekildi. Böylece, mücadele etmek yerine, suskunluk, teslimiyet ve bireysel kurtuluş yolları arama psikolojisi hakim oldu.
Batı’nın ve içerideki işbirlikçilerinin en büyük silahı, Müslümanların zihnine ekilen korku ve çekingenlik duygusuydu. Özellikle 28 Şubat’ın oluşturduğu baskı ortamı, Müslüman toplumun kolektif bir bilinç oluşturmasını engelledi. İnsanlar, sistemin kendilerine çizdiği sınırların dışına çıkmanın bedelinin ağır olacağını gördü. “Başıma bir iş gelmesin” korkusu, en büyük engel haline geldi. Oysa mücadele ve fedakarlık olmadan özgürlük kazanılamazdı.
Bu zihniyet hapishanesi, Müslümanları öylesine kuşattı ki, 28 Şubat mağdurları dahi yalnız bırakıldı. İnsanlar, haksız yere cezaevine atılan Müslümanlarla ilgilenmekten, onların haklarını savunmaktan korktu. O dönem mahkum edilen birçok kişinin cezaevi süreci boyunca yalnız bırakılması, bu psikolojik hapishanenin en somut göstergesiydi. Hatta, 28 Şubat’ın etkileri hafifledikten sonra bile mağdurların sesi yeterince duyulmadı. 28 Şubat anma programları yapıldı, köşe yazıları yazıldı, televizyon programlarında konu konuşuldu ama kimse gerçek bir kolektif bilinç oluşturmak için harekete geçmedi.
Hamza Uçan, bu durumu şu çarpıcı örnekle anlatıyor: “Bir televizyon programına katıldım ve şunu söyledim: Keşke bir iş adamı beni arasa, '28 Şubat’ta tahliye olan kardeşlerimiz var, ben onlara iş vermek istiyorum' dese. Ama telefonum hiç çalmadı. Bu meseleye gerçekten sahip çıkılsaydı, tahliye olan mağdurlar hayatlarına kolayca devam edebilirdi. Ancak kolektif bilinç olmadığı için, herkes kendi başının çaresine bakma derdine düştü.”
Oysa, Batı’nın ve yerli işbirlikçilerinin inşa ettiği bu zihniyet hapishanesinden çıkmanın yolu, mücadele edenlere destek olmaktan, haksızlıkların karşısında ses çıkarmaktan ve birlikte hareket etmekten geçiyordu. Ancak bu yapılmadığı için, 28 Şubat’ın ruhu yaşamaya devam etti. Bugün bile, birçok 28 Şubat mağduru hâlâ haklarını geri alamamış durumda. Birçoğu ekonomik sıkıntılar çekiyor, bazıları iş bulamıyor, bazıları ise toplumdan dışlanmış bir şekilde yaşamaya mahkum ediliyor.
Buradaki temel mesele, Müslümanların zihinlerinde inşa edilen korku duvarlarını yıkıp yıkamayacaklarıdır. Batı ve onun içerideki işbirlikçileri, Müslümanları köleleştirmek için önce onları korkutuyor, sonra da bir “çıkış yolu” olarak kendi çözümlerini sunuyorlar. 28 Şubat’ın doğrudan sonucu olarak FETÖ’nün yükselişi de bu psikolojik savaşın bir parçasıydı. İnsanlara “Eğer güçlü olmak istiyorsanız, bizim belirlediğimiz yapının içine girin” denildi. Bağımsız hareket edenler ise “terörist” ilan edilip sistemin dışına atıldı.
Bu yüzden, Müslümanlar için asıl mesele, sadece fiziki baskılarla mücadele etmek değil, aynı zamanda Batı’nın zihinlerine inşa ettiği görünmez duvarları da yıkmaktır. Müslümanlar, korku ve çekingenlik duygularını üzerlerinden atmadıkça, bu tür baskı süreçleri tekrar tekrar yaşanacaktır. 28 Şubat bitmedi, sadece yöntem değiştirdi. Ve eğer bu zihniyet hapishanesinden çıkılmazsa, gelecekte benzer süreçlerin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Avukat Hamza Uçan’ın şu sözleri durumu özetliyor: “Batı, Müslümanların zihnine demir parmaklıklar yerleştirdi. Eğer bu prangaları kırmazsak, fiziksel esaretten kurtulsak bile, ruhen ve fikren esir olmaya devam ederiz.” İşte tam da bu yüzden, Müslümanlar sadece 28 Şubat’ın fiziksel mağduriyetlerini değil, onun oluşturduğu zihniyet hapishanesini de sorgulamak ve yıkmak zorundadır.
Sonuç: Çözüm Nedir?
28 Şubat’ın üzerinden yıllar geçmesine rağmen, etkileri hâlâ devam ediyor. Birçok 28 Şubat mağduru hâlâ hapiste, bir kısmı ise tahliye edilmesine rağmen haklarını geri alamamış durumda. O dönemde fişlenen, işlerinden atılan, eğitim hakları ellerinden alınan insanların birçoğu hâlâ ekonomik ve sosyal olarak mağduriyet yaşıyor. Ancak asıl problem, 28 Şubat’ın oluşturduğu korku ikliminin ve zihniyet hapishanesinin tam olarak yıkılamamış olmasıdır. Müslümanlar, hâlâ sistem içinde hakkını tam anlamıyla savunamayan, baskıya maruz kaldığında ortak refleks gösteremeyen bir konumda bulunuyor. Peki, bu durum nasıl aşılabilir? Müslümanlar için gerçek çözüm ne olmalıdır?
Avukat Hamza Uçan’ın tespitlerine göre, 28 Şubat sürecinin mağdurları sadece bireysel davalar üzerinden haklarını aramak yerine, sistem içinde daha güçlü yer edinmeye odaklanmalıdır. Müslümanların sadece mağduriyetlerini dile getirerek değil, aynı zamanda sistemin işleyişinde aktif roller alarak kendi haklarını koruyabilmesi gerekmektedir. Bugün hâlâ Müslüman kimliğiyle hareket eden birçok insan, devlette, hukuk sisteminde, medyada ve akademide yeterince güçlü bir temsil gücüne sahip değildir. Bu boşluk, İslam düşmanı çevrelerin istediği gibi at koşturmasına ve Müslümanları sistemin dışına itmesine sebep olmaktadır.
Özellikle hukuki alanda mücadele etmenin önemi büyüktür. Hamza Uçan’ın sıkça vurguladığı gibi, 28 Şubat mağdurlarının haklarını geri alabilmesi için sadece vicdani veya duygusal çağrılar yeterli değildir. Bunun yerine, güçlü bir hukuk mücadelesi verilmesi gerekmektedir. Müslüman avukatların, hâkimlerin ve akademisyenlerin bu sürece daha aktif bir şekilde dahil olması, sistem içinde Müslümanları koruyacak mekanizmaların oluşturulması şarttır.
Bugüne kadar yapılan hatalardan biri, Müslümanların mağduriyetlerini sadece medya üzerinden dile getirmesi ama bunları hukuki süreçlerle desteklememesidir. Oysa, hukuk sistemi içinde oluşturulacak güçlü bir baskı mekanizması, 28 Şubat mağdurlarının haklarının iade edilmesini sağlayabilir. FETÖ’nün nasıl ki yargı içinde yıllarca kendisine yer açarak devleti ele geçirdiği görüldüyse, Müslümanlar da haklarını koruyabilmek için sistemin içinde daha güçlü bir temsil mekanizması oluşturmalıdır.
Bunun yanı sıra, fikrî mücadele de büyük önem taşımaktadır. Müslümanlar, 28 Şubat gibi süreçlerin bir daha yaşanmaması için kolektif bir bilinç oluşturmalı, kendi medya organlarını güçlendirmeli ve genç nesilleri bu bilinçle yetiştirmelidir. Bugün, 40 yaş altındaki birçok insan 28 Şubat sürecinde neler yaşandığını bilmiyor ya da sadece yüzeysel bir bilgiye sahip. Bu, büyük bir bilinç eksikliğine yol açmaktadır. O dönemin karanlık mekanizmaları, hukuksuz yargılamalar, medya manipülasyonları ve askeri vesayetin nasıl işlediği sürekli olarak gündemde tutulmalı, unutturulmamalıdır.
Avukat Hamza Uçan’ın dikkat çektiği en önemli noktalardan biri de Müslümanların birlik içinde hareket etme gerekliliğidir. 28 Şubat sürecinde Müslümanlara yönelik saldırılar karşısında yeterince güçlü bir kolektif refleks gösterilemediği gibi, bugün de benzer bir dağınıklık söz konusudur. Oysa, İslam düşmanlarının en büyük stratejisi, Müslümanları bölmek, birbirine düşürmek ve farklı gruplar halinde hareket etmelerini sağlamaktır. Eğer Müslümanlar, aralarındaki ihtilafları bir kenara bırakıp ortak bir bilinç ve dayanışma içinde hareket etmezse, 28 Şubat benzeri süreçlerin tekrarlanması kaçınılmaz olacaktır.
Bu noktada, Müslüman iş adamlarının, akademisyenlerin, hukukçuların ve medya mensuplarının daha sorumlu davranması gerekmektedir. Hamza Uçan’ın belirttiği gibi, 28 Şubat mağdurları cezaevinden tahliye olduktan sonra bile yalnız bırakılmıştır. Onlara iş imkânı sağlayacak, hayatlarını yeniden kurmalarına yardımcı olacak ciddi bir destek mekanizması oluşturulmamıştır. Oysa, bu tür mağduriyetleri giderebilmek için Müslüman iş dünyasının da elini taşın altına koyması gerekmektedir. Eğer Müslüman iş adamları, kendi kardeşlerine sahip çıkmazsa, sistem içindeki sermaye grupları Müslümanları her zaman dışlamaya ve baskılamaya devam edecektir.
28 Şubat’ın oluşturduğu korku atmosferini dağıtmak ve Müslümanları daha güçlü bir konuma getirmek için yapılması gerekenler açıktır:
- Hukuki Mücadeleyi Güçlendirmek: Müslüman avukatların, hâkimlerin ve hukukçuların sistem içinde daha etkin hale gelmesi, mağduriyetlerin giderilmesi için somut adımlar atması.
- Fikrî Bilinci Güçlendirmek: Medyada, akademide ve toplum içinde 28 Şubat gibi süreçlerin unutulmamasını sağlamak, genç nesillere bu bilinci aktarmak.
- Ekonomik Dayanışmayı Artırmak: Müslüman iş adamlarının, 28 Şubat mağdurlarına ve sistem içinde dışlanan dindar kesimlere daha fazla destek olması.
- Kolektif Hareket Etmek: Müslümanlar arasındaki ayrılıkları bir kenara bırakıp, ortak bir refleks geliştirmek ve birlikte hareket etmek.
Sonuç olarak, 28 Şubat süreci bir darbe olarak tarihe geçti ama etkileri hâlâ sürüyor. Eğer Müslümanlar birlik içinde hareket etmez, sistem içinde daha güçlü bir yer edinmez ve hukuk mücadelesini etkili bir şekilde sürdürmezse, benzer süreçler tekrar yaşanacaktır. Müslümanlar, artık sadece mağduriyetlerinden bahsetmek yerine, çözüm üretmek ve güçlü bir şekilde geleceğe yürümek zorundadır. 28 Şubat sadece geçmişin bir meselesi değildir; eğer gerekli dersler çıkarılmazsa, geleceğin de sorunu olmaya devam edecektir.
Baran Dergisi