Nizamülmülk'ün meşhur eseri “Siyasetnâme”nin ikinci faslının başında geçen bir sözdür, ki delalet ettiği müthiş hakikatten dolayı sonradan Said Nursî dahil bir çok büyük tarafından da kullanılmıştır*: “Küfür ile belki amma zulüm ile abâd olmaz devlet.” Nizamülmülk'ün kendisi de mezkur eserinde, çok öncelerden beri bu sözün söylenegeldiğini ifade etmiş. Bu kadar çok kişi tarafından böylesine sevilerek kullanıldığına göre, doğruluğu konusunda tüm İslâm aleminde bir ittifakın var olduğunu söyleyebiliriz. Hülasa, en küçük idarî bir birim bile söz konusu olsa, idare selahiyetini elinde bulunduranların dikkat etmesi gereken en önemli düsturdur “zulmetmemek.” Ferdlerin, zımnen de olsa idarenin meşruiyetini kabulü şarttır.

Yönetim açısından “zulmetmeme”yi, idaresi altında yaşayanlara adil davranmak, onların huzur ve intizam içerisinde yaşamalarını sağlamak, mal, can, namus ve neseb haklarını teminat altına almak şeklinde açabiliriz. Bir düzenin, o düzenin hakimiyeti altında yaşayanlarca “makbul” olmasını sağlayacak asgarî kıstaslar bunlardır. Tüm bunlar da herkesin ortak paydasında buluştuğu bir hukuk nizamı ile mümkün olur. Devletin kuruluş anlayışını yıpratacak veya yıkacak seviyede olmadığı sürece halka inanç ve ifade hürriyeti tanınması, bu kıstasların bir derece üzerindedir. Belli bir şuur seviyesi oluştuktan sonra, kişilerin huzur ve emniyet içinde yaşayacağı bir hukukî düzen arayışı, kaçınılmazdır. Devlet de kural kaide tanımayan ve güvenilmeyen “kötü” tebâ istemez; koyduğu kurallara gönüllü olarak tâbi olacak uyruklar peşindedir. En azından teoride bu böyledir. Kısacası devlet düzeni “iyi, sadık, fedakar” tebâ üzerinde sağlıklı bir şekilde işler.  

Bu yüzden devlet düzenini temininin hasrı içinde, adil yönetici, adil mahkeme, insanlar arasında hakkaniyetli bölüşüm -ki adalet ve hakkaniyet anlayışlarının nihaî kaynağı sürekli ifade ettiğimiz üzere, peygamberlerdir- olduğu kadar, vakıf benzeri insanların hayrına çalışan kurumların da bulunması gerekir. Yani, düzen, nizam, iyilik, fedakarlık, huzur, aile, din, vicdan ve benzeri terimlerle vakıf aynı hizadadır. Bunların zıddı da, kötülük, kaos, hırs, huzursuzluk, parçalanma, dağılma, kavga, hırsızlık vb. terimlerdir. Vakıf teriminin “insanlara karşılıksız olarak veya karşılığını bir ilahî varlıktan bekleyerek” iyilik etme biçimindeki tarifi bile, vakfın düzen ve nizam ile yakınlığını göstermektedir; fedakarlığın ve karşılıksız iyilik etmenin olmadığı yerde, düzenin açık kalan noktaları kapatılamaz, daha büyük zâfiyetlere yol verilmiş olur. Devletler, saat gibi işleyen, gayri insanî mekanizmalar değildirler. Bunların aksadığı yerler mutlaka olacaktır; bu aksamalar, ancak insanların, rejime inanıp hüsnüniyet göstererek fedakarlıkta bulunmalarıyla aşılabilir. Her şeyi kendi menfaati çevresinde değerlendiren bencilliğin, temelde düzen karşıtı bir anlayış olduğunu kimse inkar edemez. Sosyal doku diye tabir edilen şey, her bir ferdin en yakınındaki diğeriyle yardımlaşarak, dayanışma göstererek, birbirine iyilik ederek bir nevî kimyadaki “kovenant bağ” gibi bir bağ oluşturmasıyla teşekkül eder. Bu bağın zincirlerini de kişilerin inanç hisleri tesis etmektedir. Bunu geçen haftaki yazımızda izah etmeye çalışmıştık. Sağlıklı cemiyet, bu anlamda, maddeten de mânen de dokusu sağlam cemiyettir. O cemiyetin kurumları da, o bünyenin tabii neticeleri olmaları hasebiyle, içten içe yaşatılır; o kurumlar o cemiyetle “hemhâl” olur. Eğer ülkedeki rejim, idare ettiği topluluğun ana gövdesini oluşturan kişilerin inandığı mukaddes değerlere istinad etmiyorsa, kurumları dönüştürme yönünde yapılacak “mevzuat değişiklikleri” etkisiz kalmaya mahkumdur. Bir ülkede sıhhatli bir huzur ve düzen isteniyorsa, o ülkede idare eden, idare edilen ve idarî kurumlar arasında bir ahengin tesisi şarttır.

Kısaca ifade etmeye çalıştığımız, devletin ancak “iyilik” üzerine bina edildiğinde yaşatılabileceğidir. İnsanın fıtraten bünyesinde taşıdığı “iyi” hasletlerin peygamberler eliyle şuura çıkarılıp kurumsallaştırıldığıdır. Bir yerde ahenkli bir düzen ve bunun tecessüm etmiş ifadesiyle devlet mevcut olmuşsa, bunun arkasında mutlaka bir “peygamber eli” olduğunu söylüyor İbda. İnsanlık tarihi boyunca süreç bize göre böyle işlemiştir: Bir peygamberin maddî veya manevî otoritesiyle düzen oluşturulur, kurumsal kimlik kazanır, yani devletleşir. O manevî otoritenin hükmü altında devlet inkişaf eder, insanlar o devletin hükmünü kabul ederler. Ardından, aslında hiç bir zaman aradan çıkmayan, ama peygamber etkisiyle sindirilmiş olan nefs rolünü oynamaya başlar: Düzen ve o düzenin üzerine kurulu olduğu toplum yozlaşır. Karmaşa ve huzursuzluk ortaya çıkar. Devlet, inandırıcılığını kaybettiğinden, idaresindeki ferdleri tazyike müracaat eder; inandırıcılık yerine baskıyı ikame etmeye çalışır. Karmaşa hakim olur, devlet dağılır. Nihayet, kısa veya uzun vadede, yeni bir düzen üzerinde, muhtemelen de yine bir peygamber eliyle, denge sağlanır. 

Cemiyetle canlı bir organizma arasında kurulan benzetme, aslında ne kadar da yerindedir. Yukarıda bir tarafından işaret ettiğimiz gibi, cemiyet doğar, tüm kurumlarıyla teşekkül edip gelişir ve akabinde ihtiyarlayıp yok olur. Çok basit bir genelleme gibi gelse de, aslında hakikat bundan ibaret. Allah'tan başka her varlık yok olmaya mahkum. Güç ve kuvvet, ezelîlik ve ebedîlik O'na mahsus. Cemiyet, inkişaf halindeyken, tüm kurumlarına bu vaziyet yansır. Bu inkişafın süresi değişken olsa da gösterdiği emareler benzerdir. Nasıl sağlıklı bir bünye, iyi işleyen bir vücut organizmasını zaruri kılarsa, cemiyet de tüm ferd ve kurumlarıyla öyle olmak zorundadır. Tabii, bu bahsettiğimiz belki ancak teoride mümkün olabilir, ama neticede olması gereken budur. İyilik ve fedakarlığın tecessüm etmiş hali olan vakıf ve benzeri kurumlar da bu sıhhî tekâmül çizgisinden nasiplerine düşeni alırlar. Bu vaziyeti görünce de aklımıza ilkin, tıbb ve bunun Mutlak Fikir ile ilintisi halinde adlî tıbb geliyor: Cemiyetler, şöyle kendimizi bir geri çekip daha geniş bir perspektiften baktığımızda, canlı birimler biçiminde tezahür ediyorlar; bunları topyekûn tetkik eden ilme de “adlî tıbb” diyor Salih Mirzabeyoğlu. Bu durumda peygamberler de, Allah'tan aldıklarını tam ve eksiksiz bir şekilde bu “canlı varlıkları” tedavi için tatbik eden tabib “kimliğini” taşıyorlar. 

Yeryüzünde Hz. Adem (as)'dan beri belki de binlerce topluluk ve devlet ortaya çıktı. Bir kısmını İlahî Kelam'dan, diğer bir kısmını da, çözebildiğimiz kadarıyla, bu cemiyetlerin bıraktıkları eser ve kalıntılardan öğreniyoruz. Bildiklerimiz, bilemediklerimize göre, denizde damla misali. Fakat bildiklerimiz belli bir hükme varmamız için bize yeterli veriyi sağlıyor. Tarih ilmi, belli bir hükme varmak için, illa tüm şartların göz önüne serildiği bir tablo veya herkesin şahit olduğu müşahhas bir vakayı gerekli kılmıyor. Bilakis, bütün bunların üzerinde aklı selime tâbi bir sezgi-ruhî duyuş gücüne ihtiyaç duyuyor. Bir tabibin bazen bir hastanın uzaktan yürüyüşüne bakarak, herhangi bir tetkik veya muayene ihtiyacı hissetmeden teşhis koyması gibi, tarihçi de, çoğu zaman yüzeyin derinliklerini gösterecek, hadiselerin gerçek sâik ve âmillerini ortaya dökecek bir veya bir kaç delille meseleyi hal ve fasl edebilir. İbda'nın bize verdiği “parça, bütünün habercisidir” hikmeti, bu hususu anlamamızda en önemli ilkelerden birisidir. Eğer yapılmak istenen, bir hobi mahiyetinde, her türlü delil ve evrakı didik didik edip hiç bir hüküm çıkarmadan tarihi incelemekse, bu tarihçilik değil, “tarih işçiliği”dir. Önemi inkar edilemez, ama aslolan bu değildir. Üstad Necip Fazıl'ın bundan 60-70 yıl evvel koyduğu tarih hükümlerine, kendine tarihçi diyenler henüz varabilmiş değiller; bu gidişle de varacakmış gibi durmuyorlar. Böylesi tarihçiler, bir üniversitenin tarih bölümünü bitirdiğini tevsik eden diploması olmadığından, bir de Üstad'ı beğenmezler!.. 

Geçen sayı işlemeye başladığımız vakıfların tarihî gelişimi mevzuuna dönmeden önce, bir hususa dikkat çekmek istiyoruz: Belli bir akış içerisinde vakıfların menşei, gelişimi, mahiyeti, çeşitleri gibi konuları alakanıza sunarken aynı zamanda, vakıf kurumunun var oluş gerekçelerini, insanın var oluş meselesinin dairesi içinde, İbda Fikriyatı'ndan anladığımız kadarıyla izaha çalışıyoruz. Yani yazılarımız ikili bir düzen içerisinde devam ediyor ve bu şekilde sürdürmeye de gayret edeceğiz. 

Yazı dizimizin başında, vakıfları kuranların, diğer her hayırlı iş gibi, peygamberler olduğunu ifade etmiş ve Hz. İbrahim (as)'ı misal vermiştik. Bu bahisle ilgili olarak Ziya Kazıcı şunları söylüyor:

“Geleneksel İslâmî anlayışa göre ilk vakıf, Hz. İbrahim tarafından hac yollarının yapılması, Zemzem kuyusunun tamir ettirilmesi ve Kabe-i Muazzama'nın vakfedilmesiyle başlar. Bilindiği kadarı ile eski kavimlerde de vakıflar vardı. İskenderiye Kütüphanesi, Kudüs havuzları, zemzem kuyusu, yollar, köprüler ve mabedler birer vakıftı. Bütün bunlar halkın kendilerinden yararlanması için vücuda getirilmişlerdi. İmam Şafii, vakfın menşei bakımından 'İslâm'a mahsustur, İslâm'dan önce Arabistan'da vakıf yoktur. Bununla beraber Cahiliye çağında ev ve arazi olarak vakıf yapıldığı biliniyor. Kâbe ile Zemzem kuyusu, sevap kazanmak maksadı ile değil, övünmek için muhafaza olunmuştur' (El-Umm, 275-280) demektedir. İmam-ı Şafii'nin bu sözü, meselenin Allah rızası için olup olmamasına göre değerlendirilmelidir. Zira bildiğimiz gibi vakıflarda Allah rızası en önemli şart olarak bulunmaktadır. Sadece şan ve şöhret kazanmaya bağlı oldukları için Cahiliye dönemindeki vakıflara normal bir vakıf gözü ile bakılamaz. Bu sebeble İmam-ı Şafii'nin yukarıdaki sözü, geçmiş peygamberlerin vakıf yapmadığı manasına gelmez. Nitekim el Münavî de 'Kâbe ve Zemzem kuyusu, Hz. İbrahim'in vakfı olarak zamanımıza kadar gelmiştir. Mısır ve çevresi de Rum kilisesinin vakfı idi' şeklinde karşılık vermektedir. Kettanî ise bu konuya şöyle bir yorum getirmektedir: 'İmam-ı Şafii, Cahiliye çağında vakıf yapılmamıştır demekle geçmiş peygamberlerin ve ehli kitab olan insanların vakıf yapmadığını söylememiştir. ” (Ziya Kazıcı, Osmanlı'da Vakıf Medeniyeti, sh. 55)

Yine Ahmed Akgündüz'e göre, Hz. Musa, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya adına kayıtlı vakıflar vardır. (Ahmed Akgündüz, İslam Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, sh. 57) Her ne kadar bu vakıfların, bahsi geçen peygamberler tarafından kurulmadığının vakfiyelerinden anlaşıldığı söylense de, bu kadar eski devirlerden vakfiyelerin günümüze kadar gelemeyeceği aşikardır. Bize göre, manevî keşif yoluyla ya da bir kalıntı veya izin bulunması suretiyle bunlar tesbit edilip mezkur vakıfların tazelenmiş olması ihtimal dahilindedir. Kuzey Irak'ta, Suriye'de benzeri onlarca vakıf bulunmaktadır. Mescid-i Aksa'nın Hz. Süleyman (as)'ın vakfı olduğu konusunda ise bir tereddüt bulunmamaktadır. 

Mezopotamya medeniyetlerinde de vakıf benzeri kurumlar mevcuttu. Mesela Babil hukukunda, hükümdar tarafından bir kısım arazilerin kullanım hakkı, hayır işleri için harcanması kaydıyla, başka kişilere devredilebilmekteydi. Mabedlerin yapımı, bakım ve onarımı için bu tarz vakıfların teşekkülüne izin verilmekteydi. İlk kuruluşlarında belki de bir peygamberin dahli olan bu tarz tesisler, insanların zamanla yoldan çıkmasıyla aslî vasıflarını kaybettiler. İmam Şafii Hazretlerinin söylediği, mealen, “İslâm'dan evvel gerçekten Allah'ın rızasını gözeten vakıflar yoktu” sözü, işte tam da bu gibi tesislere işaret etmektedir. Bunlar, şan-şöhret, kısacası kişinin kendi nefsi için yapılmış tesisler haline dönüştüler.

Yine, Hindistan ve Çin'de tarihi belki de binlerce yıl öncesine dayanan mabedler bulunmaktadır ve tabiatı icabı, hemen bütün mabedler gibi vakıftırlar. Bu ülkelerin mabedlerini dolduran kutsal metinlerde, tevhid inancının, dolayısıyla peygamberlerin izlerine rastlıyoruz. Bu anlamda Hinduizm'in esasını teşkil eden “Veda” metinleri ve Konfüçyüsçü “Nilüferçiçeği Yazması”, “Ebeveyn Risalesi” ilginç örneklerdir. Çok bilmiyoruz ama, yine vakıf olması icabeden Amerika'daki İnka, Maya ve Aztek medeniyetlerince inşa edilmiş muhteşem mabedleri de burada zikretmeden geçemeyeceğiz. Üzerlerinde bu minvalde yorumlanabilecek kayıtlar mevcuttur.

Gelecek sayımızda tarihin eski devirlerindeki farklı medeniyetlerin vakıf örneklerini vererek mevzuumuza devam edeceğiz.

* Bunu geçen sayımızda Said Nursî'nin sözü olarak aktarmıştık. Anlaşıldığı kadarıyla menşei tam olarak bilinmeyen anonim bir ifade. Fakat çok beğenildiğinden sürekli kullanılmış ve kullananlar arasında Said Nursî de var. Yaptığımız hatadan dolayı özür dileyip düzeltiyoruz.


Baran Dergisi 422. Sayısı